02 Aralık 2008

GAYRİ RESMİ





Olay aynen böyle olmuştur komutanım!


-İyi Allah belanı versin evladım!


-Emredersiniz komutanım!


Bu kez yerden göğe haklıydı adam. Ben bile kendimden nefret ettim.

Yazıklar olsun benim gibi askere. Ordunun yüz karasıyım ben.

Bana her şey müstahak. Arkadaş insan laftan anlar ya da başına gelenlerden bir miktar ders çıkarır.

Yok birader nato mermer nato kafa! İşin garip yanı her vukuattan sonra gayet aklı başında bir dimağın ürünü olan bu cümleleri de kurabilmem. Demek ki aptal değilim.

Gel gör ki öyle bir an geliyor, her şey ki özellikle en ahlaklı olan her şey bir anda buhar oluyor. İnsan yedi kere firar eder mi! Olur mu! Bir mahluk bu kadar mı uçtum akıllı olur.

Yedi firar dile kolay. İlk beşini ben bile hatırlamıyorum. Dedim ya firar anı geldiğinde ben benden gidiyorum. O garip efsunlu bir an. Adını bilmediğim bir ilaç içmişim ve acayip bir gücün kontrolündeymişim gibi hareket ediyorum.

Bütün bunları komutanlığın psikolojik danışmanına da anlattım. Onunda yorumu gayet bilimsel oldu ‘Sen kafayı tümden yemişin olum!’ dedi. Ben de ‘E komutan beni ıslah olmam için sana gönderdi şimdi n’olcak!’ dedim o da ‘Seni Allah ıslah etsin!’ dedi. Ben de vaziyetten bir miktar keyif aldım aslında. Yani bilimin tıkandığı bir vaka olmak insana kendini biraz özel hissettiriyor. Gerçi bu duygu çok uzun sürmedi. Çünkü bizim kısa dönem psikolojik danışman normalde ziraat mühendisiymiş. Onu da başka bir arkadaştan öğrendim. Gerçi o arkadaşta aynı cümleye psikolojik danışman olan kısa dönem çavuşun aslında ziraat mühendisi olduğunu ve bundan dolayı niyeyse kantininde ona zimmetlendiğini, bunun yanı sıra kendisinin de akli dengesinin yerinde olmamasından dolayı başçavuşun kendisini bizim kantinci olan psikolojik danışman görünümlü ziraat mühendisine zimmetlediğini, bu durumda psikolojik danışmanın aynı anda kantinci olması sebebiyle doğal olarak kantincinin de zimmetin de olduğunu ve adının Kamil olmasından mütevellit kantindeki zimmet listesinde koladan bir önceki kalem mal olarak kayıtlara geçtiğini, psikolojik danışmanlık yapan kantin mühendisinin kendisini sabahtan akşama kolaların yanında oturttuğunu ve bununda onun psikolojisini iyice bozduğunu, sebep olarak ta kolaların hiçbir sorusuna cevap vermediğini ve hatta kolaların sessizliğinden artık ürktüğünü anlatarak devam etti ki o devam ederken ben koğuşa uzanmaya gitmiştim bile… Her neyse konuyu fazla dağıttım. Bu konuyu dağıtma işi de askerde oluştu. Gerçi her asker bir miktar konuyu uzatır. Sebebi konuları ekonomik kullanma eğilimidir. Çünkü şafak karanlıktır. Hayallah konu iki kere dağıldı.

Askerlik anılarıma girmeden hemen topluyorum zira benim anlatmak istediğim bilakis askerlik dışı bir mevzu ‘firar’. Yani ifade askeri ama sen o ara dışarıdasın. Yani aslında komik bir durum. Şöyle düşünmeli sen o sıra dışarıda gezmek, çay içmek, kızlara bakmak, çimlerde yürümek, ıslık çalmak falan istiyorsun ama genel kurmayda seni yanında görmek istiyor. Sen bu iki seçenekten ilkini seçtiğinde adı firar oluyor ve genel kurmay bu durumdan pek haz etmiyor. Hayallah laf yine uzadı.

Dedim ya lafı sündürme bir alışkanlık bizde. E malum şafak karanlık. Her neyse dönelim konuya…Dedim ya ilk beş firarımın nasıl olduğunu hatırlamıyorum bile. Yakalandığımda o kadar sivildim ki ‘Ne firarı, kim firar etmiş?’ gibi sorular sormuşum hatta. Bir taraftan doğruya doğru ben aşırı sivil bir insanım. Yani hiçbir askeri duygum yok. Onun için hala bile selam vermeye bile alışamadım. Hatta acemilikte bu selam mevzusu yüzünden iki kere dayak bile yedim. Neymiş, komutan geçerken selam vermemişim, ‘Alahallah, o da bana selam vermedi mecbur muyum yani?’ diyorum lafım bitmeden tokat’ı yiyorum.

Yalnız şu var insan öğrenen bir yaratık, öğreniyorsun…Şimdilerde güvenlikçilere ya da postacılara bile selam veriyorum. Hatta hemşirelere garsonlara veya dolmuşçulara ‘Komutanım’ diye hitap ediyorum! Tabi bana biraz garip bakıyorlar ama olsun, neme lazım… Bir keresinde şimdi tam hatırlayamıyorum, üçüncü yada dördüncü firar olabilir, güzeller güzeli salak bir sevgilim vardı. Ona sürekli komutanım dediğim için ilişkimizin çok resmileştiğini söyledi ve benden ayrıldı. Haksız sayılmaz. Bir yere kadar komik. ‘Gözlerin çok güzel komutanım!’ ya da ‘Seni seviyorum komutanım!’ gibi hitaplar sevgiliyi soğutuyor bir miktar haliyle.

Bir de ben her firardan sonra babamı ararım…Ben sadece ‘Baba, ben yine derim!’ o da ‘Anladım oğlum anladım, Allah belanı vermesin!’ der ardından da nerde olduğumu sorar, bende ‘Seferihisar’dayım!’, ‘Hisar önündeyim!’, ‘Marmara ereğlisindeyim!’ gibi cevaplar veririm, o da gelir beni alır, sonra da teslim eder ama en kötüsü ‘Patnos’tayım!’ dediğim zaman olmuştu! Adam bir iki dakika telefonda boğulma sesi çıkarttıktan sonra ‘Orda ne işin var lan deyyus!’dedi. Ben de ‘Allah inandırsın bilmiyorum baba!’ dedim. Yemin ederim Patnos’a nasıl gittiğimi hala bilmiyorum. Dedim ya bir şeyler oluyor ve bir de bakmışım memleketin birinde, basbayağı firari bir şekilde dolanıyorum ve kendime gelip, idrak aşamasına geçtiğimde hafif bir titreme, bir ağlama isteği oluyor elbette, ama iş işten geçmiş oluyor tabii ki. Sonra ‘Baba ben yine…’, ‘Anladım oğlum, Allah belanı vermesin!’ Yahu her neyse laf yine sakız oldu. Ben size yedinci firarımı anlatacağım. Ama altıncıdan bahsetmeden olmaz. Çünkü o da az buçuk saçma değildi hani. Çarşı izninde dayı oğluna gitmiştim İstanbul’a. Dayı oğlu bekar. Ama gerçek bir bekar. Eline dişi kedi patisi bile değmemiş. Onun için hafif delirmiş bir şekilde yana yıkıla ehli müslim bir kız arıyor. Gerçi biraz konuştukça aradığı kızın ehli müslim olmasına öyle aman aman da pek gerek olmadığını söylüyor. Hatta az daha konuştukça aradığı kızın kız olmasının da pek gerekmediğini soyluyor. Çünkü gırtlağına kadar testosteron olmuş zavallı sefil dayı oğlu.

Her neyse, boş verelim dayı oğlunun haleti ruhiyesini. Zaten öyle önemli bir adam da değildir. Fazla bile anlattım. Korkak, ödleğin tekidir zaten lavuk. Gölgesine tükürüp kaçmış bir tırsaktır. Diyeceksiniz ki ‘E adam madem öyle düşünüyorsun ne demeye dayı oğlunu ziyarete gidiyorsun?’ ‘Hülya’dan dolayı… Hülya liseden sevgilim. İki sene gezdik, dolaştık, seviştik. Matematik sonrası, kimya öncesi, ayırt etmeden seviştik. Hülya da Allahı var sülün gibi kız. Gözler Akdeniz mavisi, ten latin Amerika yangını bir kız, kızdan öte bas bayağı şiir. Ben bu sanat eseri kızı lise şebekliği esnasında yanlışlıkla aldattım. Aldattım dediğim, mahalleden bir sidikliyi ara sıcak olsun diye annemler mukabeledeyken safane duygularla eve davet ettim. Bunu da şom ağızlı Saliha görmüş. Haliyle tüm mahalle ve aynı dakikalarda da okula bu müthiş haberi online olarak geçmiş. Konu dışı olacak ama her ne kadar ben bu orospu Saliha’dan nefret etsem de bir yandan da hayranlık duyarım. Mübalağa olmasın ama Saliha’yı MİT’e işe alsalar bütün faili meçhuller çözülür. Böyle bir haber alma ve dahası sen henüz eylem halindeyken haberi tüm gerekli birimlere yayma kabiliyeti görülmemiştir. Neyse laf yine dolandı. E doğal olarak orospu Saliha’nın mevzuu’ya bir takım sanatsal yaratıcı katkılarıyla henüz öpmediğim kızın hamile olduğunu, durumun ailelerce bilindiğini, yakında davullu zurnalı düğünle evleneceğimi okulun kanticisinden dinledim. Hülya bu durumda elbette ki çok eşliliğe karşı olduğu için beni terk etti. Baksana Saliha başımızı da bağlamış. Saliha öyle bir baş bağlar ki benim diyen gemici çözemez. Nitekim ben de çözemedim. Ne desem Hülya bana inanmadı. Bana tokat bile atmadı, bir kere burnunu çekti, iki kere içini çekti, sonra da çekti gitti. Güzel olduğu kadar onurluydu da Hülya… Şimdi konulara bir fiyonk atalım.

Bu güzelim hülyayla biz yıllar sonra bir telefon sureti ile tekrar görüşmeye başladık. Tabii bu görüşme askerlikte başladı. Askerlik öyledir, sırayla bütün sevgililerini arayıp ağlarsın. Benim saçma asker duygusallığımla beraber, hülyayla aramızda yalnızca telefon yordamıyla ateşli bir aşk başladı. Bu böyle bir müddet devam etti. Ama ben nasıl mutluyum hatta ‘Evleneceğiz!’ diye tutturdum. Hülya da orospu Saliha’nın sahtekar bir istihbaratçı olduğuna zaman içinde kanaat getirince ortada hiç bir sıkıntı kalmamıştı. Hülasa, (Bu kelimeyi hep kullanmak istemişimdir, buraya nasipmiş!) ben dayımın oğlunun evine hülya yüzünden geldim. Çünkü hülyamın verdiği adreste, hatta aynı sokakta bizim bir dal bir kendisi dayı oğlunun evi var. Tabi ki ben de, ‘Aaaa ne güzel tesadüf!’ deyip aynen çarşı izninde atladım geldim İstanbul’a, dikildim dayı oğlunun oturduğu apartmanın kapısına. Baktım kapı zillerinde adı tek kursun kalemle yazılmış silik zat, bizim dayı oğlu. Bastım zile! Önce açmadı avanak oğlan. E bu bekarın kapısı çalınmayalı zilin sesini de unutmuş haliyle gariban. Sonra ürkek bir ses kapı diyafonundan ‘E a alo, efendim yanlış numara!’ dedi. Ben de ‘Aç ulan aç, dayı oğlu benim ben, halanın oğlu Haluk!’ dedim.O da ‘Benim halam yok!’ diye saçmaca direndi! ‘Açsana lan!’ diye bağırınca, korktu açtı salak. Eve girer girmez bana kekeleyerek ‘Bana bak Haluk, yi yine fi firar ettiysen sa sakın girme içeri, iş çıkarma benim başıma öyle!’ dedi. ‘Yok oğlum!’ dedim, ‘Alay komutanı kankam, kafa iznine gönderdi beni!’ diye de ekledim, inandı salak. Evine şöyle bir baktım Allah inandırsın sanki evde seksen doksan yaşında insanlar yaşıyor. Ölümcül bir huzur hakim eve. Evin bu mezar halini bozan tek teknolojik şeyse bir vcd ve bolca üzerinde yazı olmayan korsan cd. E bekarlık işte n’apsın. Her neyse ayak üstü hoş beşten sonra ben asıl konuma döndüm, hülyama yani… Planım şu; bunca zaman sonra hülyayla görüşeceğim, biraz hasret giderdikten sonra da akşama da İzmit’e dönüp, birliğime teslim olacağım. Gayet iyi niyetli görünüyor değil mi? Değil!... Çünkü benim geri zekalı dayı oğlu viskiyi içmemiş! Şöyle açıklayayım, bu sümsük kuzene nerden gelmişe, en yakışıklısından jack daniels viski gelmiş o da ne sandıysa bunu alıp evinin vitrinine yerleştirmiş, dedim ya ev huzur evi gibi. Hesap et işte, adam hala içkiyi vitrine koyuyor. E bu durum haliyle benim kanıma dokunuyor, anında alıyorum şişeyi ve yılların yalnızlığına benimle son noktayı koyuyor tenesseli jack! Dayıoğlu her ne kadar ‘İçmesene lan, bana hatırası var!’ dese de, iki dakikada jack’le ben sarmaş dolaş oluyoruz bir anda.

Bu saçma durum devam ederken ben bir yandan da hülyayı arıyorum, fakat ne mümkün ulaşamıyorum dayı oğlu sürekli öğüt veriyor, benim ruhum sıkılıyor, hülya telefonu açmıyor, vakit sürekli geçiyor, masada yarım şişe duran jack bu duruma için için gülüyor, Nuh nebiden kalan duvar saatinin sesi git gide davul sesi çıkartıyor, ‘Saniye ne çalışkan bir şey diyorum…’ ağlamaklı, ama sağ olsun jack imdat eğliyor ve dökülüyor zamanın üstüne, gitgide yumuşuyor saniye, dakikalar esniyor ve gayet mışıl bir uykuya dalıyor saat denen hain. Bu ara İstanbul İzmit arası muavinlik yapan sünepe dayı oğlu yarı hayal yarı bir şey evden çıkıyor. Bundan sonrası biraz muallak. Tam anımsayamıyorum, ama mesela bir ara tavanda yatıyorum, bir zaman sonra yerdeki kilimle kavga ediyorum falan derken oturma odasının ortasında bir su kuyusu beliriyor, şöyle bir elimi yüzümü yıkayayım diyorum ve kuyudan su çekiyorum, biraz suyla kendimi serinletirken kuyunun dibinden hülyanın sesi geliyor, ‘Bu da nesi!’ diyorum ve hafif gözümü açtığımda hülyanın yüzünü belli belirsiz görüyorum, elinde bir bardak su öylece bana bakıyor. Hatta ara ara parmağını suya batırıp, gıcık gıcık damlaları bana atıyor … Meğer Hülya o telefonu çoktan açmış da çoktan buluşmuşuz bile, lakin ben jack etkisiyle ara ara ayılıp bayılmaktan olayların zincirini koparmışım. Mahalleli işi uyanmasın diye ışıkları da açmıyoruz. Gecenin alacasında, hülya jack ben garip bir vuslata eriyoruz. Hülya yılların hasretiyle ‘Canım!’ diye bana öyle bir sarılıyor ki ben bir daha sarhoş oluyorum. Karanlıkta pek seçemesem de hülyalı bir zamanın içinde olduğumu biliyorum.

Bu fasıl böyle devam ederken birden ışıklar yandı, ‘Ulan ne oluyor, içtima mı yoksa!’ derken bir de baktım sabah olmuş. Bir an olanları şöyle sıralamaya çalıştım, ne mümkün arab’ın saçı lepiska gibi kalır bu mevzuuda. Tek bir gerçek varsa, yanımda arkası dönük bir şekilde uyuyan kız benim hülyam. Kendi kendime ‘Ulan bu altıncı firarım, ayıkla şimdi pirincin taşını!’ falan derken, hülya bana doğru döndü ve ‘Canımmmm!’ diye sımsıkı sarıldı, öyle çok sıktı ki jack ağzıma kadargeldi. Fakat o da ne! Bu hülya mı!? Şimdi ayık kafa sarılınca fark ettim! Hülyanın yağları su borusu gibi olmuş. Çaktırmadan yüzüne baktım, yanakları tepsi gibi, burnu fil gibi, eyvahlar olsun bu hülya mı! Durumu bozuntuya vermemeye çalışıyorum tabii ki ama durum öyle bozuk ki! Hülya ayağa kalktı, kalkmaz olaydı bir yürüyor ev sallanıyor, bir gözünün rengi bir de sesinden tanıdım onu, yoksa büsbütün obez bir kabus diyeceğim buna. Ama ne yazık ki bu dev yarısı biriciğim hülya… ‘Yıllar ne çok kebap yedirmiş, zaman ne kadar yağlı börek olmuş hülya için!’ diye hayıflanırken benim için tiksinç, hülya için umut ve sevgi dolu öpüşlerle kapıdan ısmarlaştık. Sonra ben kapıyla beraber hülya mevzusunu da kapattım. Ardından profesyonel bir firari olarak hemen ses tonumu ağlamaklıya getirip babamı aradım, ‘Baba ben yine…’, ‘Anladım oğlum, Allah belanı vermesin!’ sonra babam yine geldi, beni yine aldı, yol boyu kendi askerliğini anlattı, efendim küflü ekmek mi yememiş susuz tıraş mı olmamış falan feşmekan beynimi yedi. İstanbul İzmit arası günlerce sürdü sanki…O kadar çok konuşuyor ki insanın askerlik yapası geliyor. Sonra yine teslim olduk, babamla beraber komutana yine ezildik büzüldük, yalanın bini bir para vs, derken tutanak yırtıldı. Bizde yırttık. Tabii ki babamı gönderene kadar bir şey yok ama ben biliyorum tüm bu barışçıl uzlaşmacı hal fırtına öncesi ön sevişmenin verdiği huzur. Babam gider gitmez komutan hemen beni odasına çağırdı, ben de derhal kapısını tıklattım, ardından acil olarak tekmilimi verdim, akabinde ivedi olarak dayağımı yedim, rahatladım. Adam yememiş tabi onca yalanı.Yer mi yılların kıdemli kurdu ama takdire şayan tokatları yemin ederim! Işık hızını şaşkına çevirecek hızda tokatlardı birader. Hatta şöyle oluyor tokat’ı yiyorsun ama algılaman bir müddet sonra oluyor. ‘Aa o az önce yediğim tokat mıydı!’ diye komikçe şaşırıyorsun. Bilin ki komutanın odasından yüzünde manasız bir gülümseme ve yanakları lale bahçesi gibi bir asker çıkıyorsa hele hele şapkası da hafif dönmüşse, yüzde yüz komutan tarafından sevilip bağrına basılmıştır. Hatta olmadı yere yatırılıp bağrına basılmıştır. Bu bağıra bağıra, bağıra basmalar askerliğin kenar süsüdür, oyasıdır! (Genel Kurmay’a saygılar!) Her neyse laf yine ağdaya döndü. Gelelim şu final faslımıza. Kader diye bir şey var arkadaş. Ben eskiden inanmazdım yazgı mazgı işlerine. Lakin zaten mimi başında gezen azılı bir firari olarak kaderin ağlarını bu kadar nizami örmesi de ayakta alkışa değer bir durum. Şunu demek istiyorum; Tamam anladık bokun tekiyiz. Hasılı ,en olmayacak tesadüflerinde birbirini kovalaması kader değilde ne! Kader diye bir şey var arkadaş. Bak şimdi, gayet uslu bir şekilde bayram iznine çıkmışım. O da zar zor. Zaten başımıza gelmedik kalmamış. Korkuyorum anasını satayım bir şeyler ters gidecek diye. Otobüs mola verdiğinde çişe bile inmiyorum ki maazallah kaçırırım otobüsü falan diye. ‘Kaçan çiş olsun diyorum!’ ve koltuk kenarlarını sımsıkı tutuyorum otobüs kaçmasın diye. Derken Trabzon’a geldik. Bizim baba tarafı Trabzonlu. Onun için bayram düğün cenaze doğum gibi zamanlarda memlekete gideriz. Dedeler neneler halalar amcalar bütün aile bir arada oluruz. Neyse kazasız belasız eve kadar ulaştım. Amaaan beni bir karşıladılar ki ‘Ne ediysun askerum!, ‘Safa geldün uşağum!’, eller üstündeyim, biri öpüyor, yeğen bacağa koala gibi yapışmış, nenem omzuma nazarlık takıyor daha doğrusu bir türlü takamıyor, en son kolumdaki uygun bir damarı bulunca nazarlığı ona takıyor, halam baklavayı gözüme yediriyor, dedem bu kargaşada koca tokadıyla ensemi her seferinde bulup, ‘Şerefsuz!’ diye beni seviyor, amcam kolumu çekerken, ‘La bırakun uşağı, öldüreceksinuz!’ deyip sanırım bilfiil omzumu çıkarıp takıyor, velhasıl öyle muazzam bir karşılama ki neredeyse şehit olacağım.

Neyse polis gelmeden bu faslı sağsalim atlatıyoruz. Zaten benim anlatacağımda bu an değil. Zira ben bu hengameden kurtulmak için bırakın firarı erken bile teslim olurum. Efendim neyse bayram tatilini bu coşkuyla yedikten sonra dönüş zamanı geldi çattı. Bizimkiler bir hafta daha horon hızında Trabzonda kalacakları için ben tek başıma İzmit’e döneceğim. Zaten teskerede burnumun dibinde artık. Yani şafak attı atacak. Derken amcam kahvaltı masasına halis tereyağı muhlis su böreğinin yanına otobüs biletimi koydu. Jest sever bir amcadır kendisi. Ben elini öpüp teşekkür ederken o gururla su böreğini yedi. Tam herkesle gelişimi andıran bir vedalaşmayı tamamlamıştık ki zil çaldı. Gelen benim çocukluk arkadaşım Yan Bastı Kamil…Ama şüphe yok yine yan bastı kamil. Çünkü bir kaç saat sonra otobüsüm kalkıyor. Yok yeni duymuş geldiğimi, yok niye aramamışım… Beynimi yedi. Zaten kalktığımdan beri başım ağrıyordu, şimdi iyice başımın ağrısı migrene özenmeye başladı. ‘Yahu tamam kamil ne olur sus!’ dedim o da susacağını, ama bir şartı olduğunu, nasıl olsa aksam yediye kadar vaktim olduğunu, bir kaç saat onunla takılmazsam ölüsünü göreceğimi söyledi ve beni razı etti çünkü basım gerçekten çok ağrıyordu. Neyse hiç uzatmıyorum yan bastıyla ben sadece okul tatillerinde görüşürdük. Aman yıllar geçtikçe basbayağı dost olduk. Yan bastının lakabı gudubetliğinden geliyor. Tam bir kötü şans meleğidir. Neler yok ki anıları arasında; babasının tutan lotosunu yatırmayıp şarap içmesi en acı olandır mesela, ama gündelik şeylerde de kamil yan basardı! örneğin eve gelir elektrikler kesilir, kahvede yanına oturduğu kişi şüphesiz yenilir, Üç sıfır galip olan Trabzonspor maçına ikinci yarıda yetişse, takım dört gol yer falan filan. Ama ben yine de severim kamili, saf çocuktur. Neyse elimde çanta, kamille ayakta hoş beşten sonra, bizimki tutturdu ‘Şarapları alalım, inelim farozdan aşağı, kayalıkların orda biraz sohbet, biraz türkü, bilet vaktine kadar takılalım!’ diye. ‘Tıpkı eski günlerdeki gibi!’ O kadar çok ısrar ediyor ki başımın ağrısı ikiye katlanıyor. Mecbur kabul ettik. Ama yağma yok bir şişeden fazla içmeyeceğim. Çünkü ben bu filmi defalarca gördüm ve hiçte öyle oskarlık falan değildi. Neyse aldık şarapları, şaraplar derken ben bir şişe aldım, kamil ancak dört şişeyle çakır olacağında ısrar etti ve dört şişe aldı. Kayalıklarda tuzlu fıstık, şarap, eski sevgililer, derken on sekiz kerede ‘Oy Asiye’ türküsünü söyledik ve o sırada kamil bu kez kendi ayağına yan bastı ve sızıp kaldı. Güya beni otogara bırakacaktı serseri. Saatime baktım otobüsün kalkmasına daha kırk beş dakika var. ‘Yeterince vaktim var!’ dedim, yüklendim kamili, doğru taksiye, kamili evlerinin kapısına bıraktım ve zili çalıp kaçtım. Çünkü bir de onun ailesiyle muhabbete yakalanırsam bu kez gerçekten yan basacağım. Aynı taksiyle otogara geldim ki başımdaki ağrı benden önce terminale ulaşmış. Derken saatime baktım ve derin bir, ‘Ohh!’ çektim, çünkü otobüsün kalkmasına daha yirmi dakika vardı. Hemen bileti onaylatmak için otobüs şirketinin bürosuna girdim ve o an kamil gerçeği ile bir tokat gibi karşılaştım. Çünkü tezgahın öbür tarafındaki adam, bana otobüsün altıda kalktığını söyledi. İçimden bir ses, hatta iki ses, hatta bir gurup kalabalık kamile söverken ben ve başımdaki tarifsiz ağrı tezgahın arkasındaki adama sadece, ‘Ama ama nasıl olur!’ diyebildik. Adamda otobüsün kalkış saatinin 18;00 olduğunu ancak ne hikmetse ki o hikmet kamil değil 18 i yazarken tükenmez kalemin bir anlık tükenip, tam da 8 in alt tombulunun sol kısmında yazmaktan vaz geçtiğini, dolayısıyla orijinal kalkışın 18:00 olmasına rağmen bilette 19:00 göründüğünü, en erken İzmit otobüsünün gece üçte olduğunu anlattı, ki o ara benim içimdeki kalabalık kamile söverken bir yandan da komutana açıklama yapmaya başlamıştı bile. ‘Gece üç arabası!’ ‘Erzurum dan geliyor!’ ‘ Tek araba!’ ‘Başka vasıta yok!’, bu sözler kafamdaki ağrıya çarpıp yankılanıyor. Göz göre göre tezkerem yanıyor, öyle sinirliyim ki İzmit’e koşarak bile gitmeyi planlıyorum. Otogarım karşısındaki banka yığılır gibi oturdum. Ağladım ağlayacağım. Sigara üstüne sigara içiyorum. Üstelik bu kez hiç suçum yok, o gudubet kamilin yüzünden. Yoksa ben evden çıkıyordum, ne güzel erkenden valizimi otogara bırakacaktım, o sırada da otobüsün gerçek kalkış saatini öğrenmiş olacaktım. Ama dedim ya işte, kader diye bir şey var arkadaş. Ben böyle dağılmış bir şekilde ne yapacağımı düşünürken yanıma birinin gelip oturduğunu fark etmedim bile. Zaten fark etmek te istemiyordum. Ta ki onun benden ateş istediği zamana kadar. Şimdi onu fark ettim. Çünkü ateş isteyen bir kız sesi. Dönüp baktım, yavaşça, sesin çıktığı bedende bir kız bedeni, ağzında bir sigara Türkan Şoray al yazmalım yaşında öylece bana bakıyor. Ben ne kadar baktım bilemiyorum ama al yazmalım hala karşımda ve gözlerini yavaş çekimde açıp kapatıyor ve onun göz kapaklarının açılıp kapanmasının sesini benim yavaşlamış kalp atışlarım dublaj ediyor. İyice yavaşlamış hatta duracakmış gibi olan kalbimi tekrar hızlandıran yine her şeye sebep olan kızın kendisi oluyor. Konuşuyor Türkan sigara ağzında ‘Şşt ateşin var mı dedim!’ içimdeki tüm sesler koro halinde cevap veriyor, ‘Senin için’ diyorlar, ‘Senin için gerekirse mağmadan alırım ateşi, ama gel gör ki öyle bir kilit taktı ki gözlerin, cebimdeki çakmağı bile çıkaramıyorum!’ diyorlar. Türkan bendeki garipliği anlamış olacak -ki kim bilir dışarıdan nasıl görünüyorum, gözüm kaymış, terliyorum, nefes alamıyorum- ‘Şşşş iyi misin ya öleyim falan deme!’ dedi ve de beni omzumdan hafifçe dürttü. İyi ki dürttü çünkü bu tılsımlı zaman biraz bulutlarını bu dürtme suretiyle açtı. Derin bir nefes aldım ve biraz panikleyerek ‘Ha a ateş ii, ateş dediniz değil mi?’ dedim ve cebimdeki çakmağı telaşlı ellerimle buldum ve birkaç yere düşürmeden sonra nihayet çakmağı çaktım. Ama çakmağı her çakmamda zaman yine yavaşladı Türkan’ın sigarasını ateşle yakarken gözlerinin içine vuran ateşin şavkı yavaşlayan kalbimin içine lav olup aktı. Şimdi siz abarttığımı düşünüyorsunuz değil mi. O sizin bu anın benzerini yaşamamanızdan dolayıdır.Yani bunun abartılı olduğunu düşünenler kabahati kendilerinde arasın. Üstelik durumumu bir hatırlayın. Başına gelmedik kalmamış, dünyadaki bütün yalanları söylemiş, yedinci firarına ramak kalmış, şafak attı atacak derken, komutanının şafağı atmış, bir adamım. Trabzon otogarının dış bahçesinde loş bir köşedeki kimsesiz bankta gözü yaşlı oturuyorum. Tabii ki canım hafif doğa üstü çıkışlar büyülü anlar falan istiyor. Haliyle bu kızı melek falan sandım sanırım. Ama vallahi onu Türkan Şoray’a benzettiğimi Türkan Şoray duysa sevinir. Öyle bir güzellik ki bu güzelliğin çoktan gizli bahçelere, koca duvarların arasındaki malikanelere hapsedilmiş olması gerekir. Ama o bu saatte Trabzon otogarının dış bahçesinde, loş bir köşedeki kimsesiz bankın yalnızlığını benimle paylaşıyor. ‘Bu saatte burada ne işin var!’ diye mantıklı bir soru geçiyor içimden. Öyle ya bu saatte otobüs kalkmadığına göre. Zaten ne gelmiş ne de gidecekmiş gibi bir hali var .Öyle bir kız geldi kuş gibi yanıma kondu. Sanırım biraz normalleşiyordum. Çünkü baş ağrım kaldığı yerden devam etmeye başladı. Kendine güvenen bir insanmış gibi davranmaya çalışarak, ‘Yeni geldiniz herhalde?’ dedim, ‘Hayır!’ dedi Türkan. ‘Öyleyse bir yere gideceksiniz!’ dedim, ‘Evet! dedi dumanı üflerken al yazmalım. ‘Gece üçe kadar araba yok ama!’ dedim, ‘Biliyorum!’ dedi ve ardından onu birazdan ana yoldan alacaklarını söyledi. Bunu pek bir hüzünlü söyledi. Sonra bir müddet sustu. Bir sigara daha çıkarttı ve ‘Şu ateşini tekrar versene!’ dedi. Bu kez çakmağı çakarken gözlerimi kapadım. Onca heyecana bir kez daha cesaret edemezdim! ‘E öyleyse sen neyi bekliyorsun asker!’ dedi. Bana ‘Asker!’ dedi. ‘Nasıl anladınız!’ dedim şaşkınca! ‘Ben anlarım!’ dedi gülümseyerek. Fazla direnmedim, başladım hikayeyi anlatmaya. Talihsizliğime çok güldü. Ben anlattıkça o güldü. ‘Kader diye bir şey var!’ dedim ağrıdan çatlayan sakaklarımı ovarken! ‘Başın mı ağrıyor!’ dedi sesine alıştığım Türkan. ‘Sakın ol biraz!’ dedi çantasını karıştırırken, sonra bir ağrı kesici uzattı bana . ‘İç bunu, bir şeyciğin kalmaz!’ dedi. Hemen içtim öyle kuru kuru, sonra anlatmaya devam ettim bir müddet. O kahkahalar attı, ben büsbütün coştum, Tıpkı başladığım gibi bitirdim; ‘Şimdi bu kader değil de ne!’ dedim. Gülüşünü azalttı ve gözlerimin içine baktı, ‘İyi bildin bu kader işte!’ dedi tuhafça. Kendini işaret ederek tekrarladı, ‘Bu kader, kader bu işte!’ dedi. ‘Nasıl yani dedim!’, ‘Deminden beri kader kader diyorsun ya, nasıl bir tesadüf anlamadım ama benim adım kader!’dedi. Türkanım kaderimmiş aslında. ‘Ne tuhaf!’ dedim kendi kendime. ‘Kader daha anlamlı!’ dedim baş ağrım sihir gibi yok olurken. Hap çok iyi gelmişti.Türkan pardon Kader aniden bana bir sürprizi olduğunu söyledi. Bu sürprizi deminden beri söylememesinin sebebi hikayemi çok tatlı anlatmammış. Nedenini sormamı yasakladı ilk önce sonrada birazdan kaçak bir otobüsün İstanbul’a gittiğini istersem beni de izmit’e bırakabileceklerini söyledi kocaman gülümseyerek Kader Şoray. Ağrıdan eser kalmamıştı. Acayip iyi hissediyordum kendimi. Hele bu müthiş haberle iyice uçtum. ‘Yahu ne otobüsü bu nereden geliyor!’ falan diyorum gülümsüyor kaderim. ‘Her neyse!’ dedim bu saatte izmite gidebilecek bir vasıta buldum sonuçta, olağan üstü bir şey. Neden bilmiyorum ama Kader git gide daha da güzelleşti. İçimden ‘Enfes bir kız, tam evlenilesi bir şey!’ derken tam önümüzde toz bulutu halinde gürültülü bir orkestra durdu. Yani ben öyle sandım. Toz dağılınca bu orkestranın aslında otobüs gibi bir şey olduğunu, muazzam gürültünün de cıvatadan veya somunların perişanlığından olduğunu fark ettim. Kader doğruldu, çantasını aldı, bir iki adım yürüdü, sonra da bana ‘Hadi!’gibilerinden bir işaret yaptı. İçimden, ‘Madem kaderimsin, seninle ölüme giderim!’ dedim ve hemen çantamı alıp otobüse doğru hareket ettim. Biz kaderle bu sözsüz oyunları oynarken otobüs hala sallanmaya devam ediyordu. Otobüsten çok yaratık gibi bir şeydi. Gece alacasında zaten seçilemeyen otobüs, tozdan ve pislikten muhtevi, 1950 de dahi demode olmuş, markasının ne olduğunu herkes unutmuş, camları cam özelliğini kaybetmiş, özüne, yani toza kuma geri dönmüş, çalışıyor olması akıllara seza olan, prehistorik döneme ait bir canlıydı adeta… Kapısı yıkık bir şato kapısı gibi gıcırdayarak dışa doğru açıldı. Kapının açılmasıyla dışarıya tuhaf bir müzik eşliğinde bolca kahkaha sızdı. Bu sızıntıya acayip bir duman dolaşmıştı. Ucuz bir korku filmi sahnesi gibiydi. ‘Bu nasıl bir şey?’ deme gibi bir şansım yoktu. Zaten Kader çoktan dumanlı otobüsün içinde kaybolmuştu. Bir iki kere yutkunduktan sonra ben de yavaşça daldım otobüsün içindeki bulutun içine. Şoför mahallinde kırmızı gözleriyle basbayağı Azrail benzeri bir şey gördüm önce. Boğuk müzik kulaklarımda uğuldarken allı morlu neon ışıklarla donanmış, düpedüz kabus pavyon bir holde yol almaya çalıştım. Nikotin bulut bir sarhoşluk bana da iyice nüfuz ederken yavaş yavaş etrafı seçmeye başladım. Yanından geçtiğim her koltukta bir takım acayip kadınların yarı çıplak, zaman zaman basbayağı çıplak oturduklarını, oturmaktan çok yayıldıklarını fark ettim. Gördüklerime inanamıyordum. Anlamadığım bir dilde şarkılar söyleyen sarhoş ve çıplak bir otobüs dolusu kadın. Şoför mahallindeki Azrail erkekse, otobüste toplam iki erkeğiz. Geri kalanı dişi bir rüya. Bu ara Kaderi bir türlü bulamıyorum. Holde yürürken ara ara yerde oturan kadınların üstünden atlıyorum. Bazıları beni çekiştiriyor, itiyor, bazıları daha da ileri gidiyor anlamsız bir taciz halince kaderi arıyorum. Sonra aniden iki kız beni yakalıyor ve ağzıma bir şişeden içki döküyor. Yanına oturduğum şişko kadın beni sıkı sıkı tutuyor, zorla elinden kurtulacak oluyorum, kadın kızıyor ve boynumu ısırıyor. Derken zevkli bir dövüşe dönüşüyor bütün bunlar. Trabzon İstanbul arası yapış yapış bir otobüsün içinde eriyip gidiyoruz beraberce. Sefadan ölen lud kavmi miydi diye düşünüyorum sarhoş kafa. Bolu’ya kadar dayanmaz taşa dönüp bir zevk abidesine dönüşür bu otobüs diyorum içimden. Bütün bunlar neyin nesi, ben niye sarhoşum diye sayıklıyorum. Öyle ya bildiğim kadarıyla alt tarafı bir şişe şarap içmiştim farozda. Peki bu halim ne? Alemler arası mütemadiyen gidip geliyorum. Bir koltuktan öbür koltuğa, oradan yerlerde yatan çıplak bedenlerin üzerinde yuvarlanıyorum ağzım kulaklarımda, ‘Dünyada haremi olan tek piyade benim!’ diyorum buz mavisi gözlü bir kıza. Kız demişken Kader geliyor aklıma. Nerde bu Kader? Arıyorum tarıyorum, bütün memelerin yanına, tüm bacakların altına bakıyorum, bulamıyorum. En son kızlardan müteşekkil yumuşak bir yatağın üzerinde yorgun baygın yatarken ince bir el beni zarifçe kaldırıyor. Sarhoşluk mu yorgunluk mu bilemiyorum gözlerimi zar zor aralıyorum. Kader karşımda baygın bakışlarıyla ‘Eğleniyor musun!’ diyor. Utanacak oluyorum, ‘Utanma!’ diyor Kader. ‘Dünyanın düzeni bu!’ diye ekliyor felek, sille, tokat çemberinde. Ardından İzmit’e yaklaştığımızı söylüyor. İnanamıyorum. Bu otobüs gerçekten İzmit’e gidebilir mi, inanamıyorum. Sendeleyerek ilerlerken Kader koluma giriyor ve sakince beni koltuğunun yanına oturtuyor ‘Sakinleştin mi hap iyi geldi mi biraz!’ diyor hınzırca gülerek. Ne demek istiyor. Sonra bu zevk otobüsünü biraz olsun tanımlıyor. ‘İsmini söylemedin hala!’ diyor, tam söyleyecekken ağzımı kapatıyor eliyle ve ‘Söyleme!’ diyor, ‘Bilmemek en iyisi!’. ‘Neme lazım sonra adınla hatırlarım seni. İsimsiz kalırsan, saf bir çocuk anımsarım sadece.Böylesi daha iyi bizim için…’ diyor. ‘Ne demek istiyorsun!’ diyecek oluyorum yine dudaklarımı tutuyor bu kez dudaklarıyla. İçimden koca bir alev topu geçiyor. ‘Hala başın ağrıyor mu!’ diyor Kader. ‘Anlamadıysan ya da bana aşık olup ta anlamamazlıktan geliyorsan daha açık anlatayım saf çocuk. Biz hepimiz orospuyuz. Bildiğin orospu. Bir otobüs dolusu orospu. Bu kadınların çoğu rus birkaçı da Gürcü. Tek Türk benim. Sen de bana çattın. Şimdi bu kadınların çoğunu bırakacağız. Hepsinin anlaşmalı olduğu yerler var. Birazını Giresun’a, birazını orduya, birazını Samsuna, hatta İzmit’te seninle inecek olanlar bile var. Yani orospuların servisine bindin sen talihli asker. Bak dalgana…’ diyor ucuz bir Türkan Şoray oyunculuğuyla. Güzelim gözlerine bir iki saniye bakabiliyorum Kaderin ve cama doğru dönüyorum gizlice gözlerimin baraj kapaklarını açarken… ‘Kahpe Kader! diyorum içimden. Ama hala elleri ellerimde duruyor. ‘Tamam biliyorum, artık onunla evlenemeyiz. Ama İstanbul’a kadar eli elimde gidebiliriz!’ diyorum garip bir coşkuyla. ‘Madem kaderim o yolun yolcusu, ben de bu otobüsün yolcusuyum!’ diye sayıklıyorum ve ‘An bu andır!’ deyip yedinci firarımı beynimde imzalıyorum. Sonrası Kaderin dediği gibi, yol boyu sevkıyat yapıyoruz üçer beşer. Hatta İzmit’e geldiğimizde ‘Dört paket buraya bırakacağız!’diye bağırıyorum kaptana.’Sen burada inmeyecek misin?’ diyor Kader bana ‘Hayır!’ diyorum Kaderin narin ellerini öperken. ‘Hey kendine gel sen askersin asker!’ deyip hafifçe tokatlıyor beni. Fakat nazik tokatlar birden bir fırıncının kaba ellerine dönüşüyor, Kaderin sesi kalınlaşıyor bu durumda bu yediklerime basbayağı ‘Şamar’ deniyor. Hafifçe gözlerimi aralıyorum ki zaten benim gözlerim niye kapalı? Güneşli bir gün gözlerimin önünde hafifçe kayarak yerine oturuyor. Ardından boğuk seslerinde ayarları tamamlanıyor ve işte olağan üstü oluyor. Bana ‘Asker asker! diye tokat atan adam bankonun arkasındaki adam. Hani şu otobüs biletimdeki 18 in 19 a muazzam dönüşümünü detaylarıyla anlatan adam. Yani burası Trabzon otogarı… Yalnız bank ve ben…Güneşli bir gün başlamış Trabzon’da, bizimkiler İzmitte içtimadayken ‘Ne yani hayal mi gördüm ben!’ diyorum. Anlayamıyorum şaşırıyorum. Bütün bu olanlar… Lud kavmi mesela… Kaçak otobüs benim aklımdan mı geçti!!! Ya Kader! Kader sadece Türkan mıydı!... Nasıl olur, nasıl bu kadar uyurum otogarın ortasında! ‘Of başım yine ağrıyor! O hap, o hapın adı neydi!!!’

07.12.07/Trabzon
Murat Can Kibiroğlu


Ps: Murat Can Kibiroğlu ile üniversitede ev arkadaşlığı yaptık.Paylaşımlarımız; ev arkadaşlığının ötesinde,rakı akşamlarında uyuyakaldığımda, o günlerde tuttuğum günlüğümü benim yerime yazıvermesi boyutuna kadar ulaşmıştı..:)

Daha sonrasında Atatürk Üniversitesi Sahne Sanatları ve Dramaturji Yazarlığı bölümünü kazanarak okudu.Ayrı ve de uzak şehirlerde yaşıyoruz şimdi.mesıncır da görüşebiliyoruz sadece

blog'umda bu yazısını yayınlamama izin verdiği için teşekkür ediyorum.